"Bu dünya hayatı bir oyun ve oyalanmadan başka bir şey değildir." Ankebut,64

 

 

 

YAŞAM FELSEFESİ ÜZERİNE...

 

 

Yaşadıklarımdan Öğrendiğim Bir Şey Var

 

 

Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var:
Yaşadın mı, yoğunluğuna yaşayacaksın bir şeyi
Sevgilin bitkin kalmalı öpülmekten
Sen bitkin düşmelisin koklamaktan bir çiçeği

İnsan saatlerce bakabilir gökyüzüne
Denize saatlerce bakabilir, bir kuşa, bir çocuğa
Yaşamak yeryüzünde, onunla karışmaktır
Kopmaz kökler salmaktır oraya

Kucakladın mı sımsıkı kucaklayacaksın arkadaşını
Kavgaya tüm kaslarınla, gövdenle, tutkunla gireceksin
Ve uzandın mı bir kez sımsıcak kumlara
Bir kum tanesi gibi, bir yaprak gibi, bir taş gibi dinleneceksin

İnsan bütün güzel müzikleri dinlemeli alabildiğine
Hem de tüm benliği seslerle, ezgilerle dolarcasına

İnsan balıklama dalmalı içine hayatın
Bir kayadan zümrüt bir denize dalarcasına

Uzak ülkeler çekmeli seni, tanımadığın insanlar
Bütün kitapları okumak, bütün hayatları tanımak arzusuyla yanmalısın
Değişmemelisin hiç bir şeyle bir bardak su içmenin mutluluğunu
Fakat ne kadar sevinç varsa yaşamak özlemiyle dolmalısın

Ve kederi de yaşamalısın, namusluca, bütün benliğinle
Çünkü acılar da, sevinçler gibi olgunlaştırır insanı
Kanın karışmalı hayatın büyük dolaşımına
Dolaşmalı damarlarında hayatın sonsuz taze kanı

Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var:
Yaşadın mı büyük yaşayacaksın, ırmaklara, göğe,bütün evrene karışırcasına
Çünkü ömür dediğimiz şey, hayata sunulmuş bir armağandır
Ve hayat, sunulmuş bir armağandır insana 

 

Ataol Behramoğlu 

Yaşamaya Dair



Yaşamak şakaya gelmez,
büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın bir 
sincap gibi mesela,
yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden, yani, 
bütün işin gücün yaşamak olacak.

Yaşamayı ciddiye alacaksın, yani, o derece, öylesine ki, mesela,
kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda, yahut, kocaman 
gözlüklerin, bembeyaz gömleğinle bir laboratuvarda insanlar için ölebileceksin, 
hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için, hem de hiç kimse seni 
buna zorlamamışken, hem de en güzel, en gerçek şeyin yaşamak olduğunu
bildiğin halde.

Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı, 
yetmişinde bile, mesela,
zeytin dikeceksin, hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,
ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için, yaşamak, yani 
ağır bastığından. Nazım Hikmet Ran
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 

 

 

 

 

Şehirlerin Dışından

 

Kalk, arkadaş, gidelim!

Dereler yoldaşımız,

Dağlar omuzdaşımız.

Dünyayı seyredelim,

Şehirlerin dışından.

Esmerden, sarışından,

Kaçalım, kurtulalım!

Haydi yürü, bulalım;

Kat kat çıkmış evlerin,

O cam gözlü devlerin

Gizlediği âlemi!

Bir tüy gibi yel alsın,

Bir dal gibi sel alsın,

Bizden, menhus elemi.

Attığımız nâralar,

Yol açsın karanlıkta.

Çeksin bizi mağaralar,

Bir derin ormanlıkta.

Öttürüp sert bir ıslık,

Yılanları çağıralım.

Peşinden çığlık çığlık,

Çakallara bağıralım,

Ötelim baykuşlarla.

Kızıl akşamüstleri,

Hicret eden kuşlarla,

Sema, deniz ve yeri,

Çepçevre, iklim iklim,

Dolaşalım, gezelim!

Yollar bizden bir izdir,

Ne duysak sesimizdir,

Ne görsek benzer bize.

Hiç şaşmayan bir saat

Gibi işler tabiat,

Uyarak kalbimize

Mevsimler boğum boğum,

Zamanın ipliğinde.

Başı görünmez doğum,

Sonu ölçülmez hayat...

Hayvan, nebat ve cemat,

Hepsi ilk gençliğinde.

Ölen ölür, yıpranmaz;

Giden gider, aranmaz.

Böyle geçer ömrümüz,

Bir gün gelir, ölürüz.

Haberimiz olmadan.

Ve o zaman, o zaman,

Hayat neymiş görürsün

Bırak, keyfini sürsün,

Şehirlerin, köleler!

Yeter bizi tuttuğu!

Tükensin velveleler!

Kalk arkadaş, gidelim!

İnsanın unuttuğu

Allah'ı zikredelim;

Gül ve sümbül hırkamız,

Sullar, kuşlar, halkamız...

 

 

Necip Fazıl Kısakürek

 

Yolculuk

 

Yolculuk, her zaman düşündüm onu;

İçimde bu azgın dâvet ne demek?

Oraya, nerdeyse güneşin sonu,

Uçmak, kayıp gitmek, kaçıp dönmemek.

 

Altımdan kaydırdı bir el minderi;

Herkes yatağında, ben ayaktayım.

Bir gece, rüyada gördüğüm yeri,

Gözlerim yumulu, aramaktayım.

 

Beni çağırmakta yabancı dostlar;

Bu dostlar ne güzel, dilsiz ve adsız.

Eski evde, şimdi bir başka ev var:

Avlusu karanlık, suları tadsız.

 

Her akşam, aynı yer, aynı saatta,

Güneşten eşyama düşen bir çubuk;

Yangın varmış gibi, yukarı katta,

Arkamdan gel diyor, sessiz ve çabuk!

 

Başım; artık onu taşımak ne zor!

Başım, günden güne kayıtsız bana.

Dalında bir yaprak gibi dönüyor,

Acı rüzgârların çektiği yana...

 

Necip Fazıl Kısakürek

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

  

 

 

Hayat

 

Gidene kal demeyeceksin...
Gidene kal demek zavallılara,
Kalana git demek terbiyesizlere,
Dönmeyene dön demek acizlere,
Hak edene git demek asillere yakışır
Kimseye hak etmediğinden fazla değer verme,

yoksa değersiz olan hep sen olursun...
Düşün...
Kim üzebilir seni senden başka?
Kim doldurabilir içindeki boşluğu sen istemezsen?
Kim mutlu edebilir seni, sen hazır değilsen?
Kim yıkar, yıpratır sen izin vermezsen?
Kim sever seni, sen kendini sevmezsen?
Her şey sende başlar, sende biter...
Yeter ki yürekli ol, tükenme, tüketme, tükettirme içindeki
yaşama sevgisini...
Ya çare sizsiniz yada çaresizsiniz...

Öyle bir hayat yaşadım ki
cenneti de gördüm cehennemi de.
Öyle bir aşk yaşadım ki tutkuyu da gördüm pes etmeyi de.
Bazıları seyrederken hayatı en önden, kendimi bir sahnede buldum Oynadım.
Öyle bir rol vermişlerdi ki okudum okudum
anlamadım.

Kendi kendime konuştum
bazen evimde, hem kızdım hem güldüm halime.
Sonra dedim ki söz ver kendine
Denizleri seviyorsan dalgaları da seveceksin,
Sevilmek istiyorsan önce sevmeyi bileceksin,
Uçmayı biliyorsan düşmeyi de bileceksin,
Korkarak yaşıyorsan
yalnızca hayatı seyredeceksin.
Öyle hayat yaşadım ki son yolculukları erken tanıdım.
Öyle değerliymiş ki
zaman hep acele etmem bundan, anladım.

F. Nietszche

Ne Eser Ne Semer

 

 

 "Ölen insan mıdır, ondan kalacak şey: eseri;
Bir eşek göçtü mü, ondan da nihayet: semeri"
Atalar böyle buyurmuş, diye, binlerce alın
Ne tehalükle döker, döktüğü bi çare teri!
Şu bekâ hırsına akıl erdiremem bir türlü
Sorsalar, bence, temayüllerin en derbeder
Hadi, toprakta silinmez bir izin var, ne çıkar,
Bağlı oldukça telakkiye hakiki değer?
Dün, beyinlerde kıyamet koparan "hikmet" i al,
Bugünün zevkine sor: beş para etmez ciğeri,
Gündüzün, başların sütünde gezen "şah-eser" in,
Gece, şayet arasan, mezbeledir belki yeri !
İsteyen almaya baksın boyunun ölçüsünü,
Geri dur sen ki, peşiman, atılanlar ileri.
Bilirim: "Hep de semermiş!" diyecek istikbal,
Tekmelerken su kabarmış sıra kumbeltikeri.
O ne çok bilmiş adamdır ki: gider sessizce,
Ne esermiş, ne semer, kimsenin olamaz haberi !

M.Akif ERSOY
Hilvan, 21 Mart 1346 (1930)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bağlanmayacaksın bir şeye, öyle körü körüne.
"O olmazsa yaşayamam." demeyeceksin.
Demeyeceksin işte.
Yaşarsın çünkü.
Öyle beylik laflar etmeye gerek yok ki.

Çok sevmeyeceksin mesela. O daha az severse kırılırsın.
Ve zaten genellikle o daha az sever seni, Senin o'nu sevdiğinden.

Çok sevmezsen, çok acımazsın. Çok sahiplenmeyince, çok ait de olmazsın hem.

Çalıştığın binayı, masanı, telefonunu, kartvizitini...
Hatta elini ayağını bile çok sahiplenmeyeceksin.
Senin değillermiş gibi davranacaksın.
Hem hiçbir şeyin olmazsa, kaybetmekten de korkmazsın.
Onlarsız da yaşayabilirmişsin gibi davranacaksın.

Çok eşyan olmayacak mesela evinde.

Paldır küldür yürüyebileceksin.

İlle de bir şeyleri sahipleneceksen, Çatıların gökyüzüyle birleştiği
yerleri sahipleneceksin.

Gökyüzünü sahipleneceksin, Güneşi, ayı, yıldızları...

Mesela kuzey yıldızı, senin yıldızın olacak.

"O benim." diyeceksin.

Mutlaka sana ait olmasını istiyorsan bir şeylerin...
Mesela gökkuşağı senin olacak. İlle de bir şeye ait olacaksan,
renklere ait olacaksın.

Mesela turuncuya, yada pembeye. Ya da cennete ait olacaksın.
Çok sahiplenmeden, Çok ait olmadan yaşayacaksın.

Hem her an avuçlarından kayıp gidecekmiş gibi, Hem de hep senin
kalacakmış gibi hayat.

İlişik yaşayacaksın. Ucundan tutarak..

 

Can Yücel

 

 

Değişik

 

Başka türlü bir şey benim istediğim: 
Ne ağaca benzer, ne de buluta. 
Burası gibi değil gideceğim memleket 
Denizi ayrı deniz, 
Havası ayrı hava.. 

Bir başka yolculuk dalından düşmek yere 
Yaşadığından uzun 

Bir tatlı yolculuk dalından inmek yere 
Ağacın yüksekliğince 
Dalın yüksekliğince rüzgarda 
ve bir yeni ömür 
Vardığın çimen yeşilliğince 

Nerde gördüklerim? 
Nerde o beklediğim 
Rengi başka 
Tadı başka.. 

 

Can Yücel

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Yolcu

I

Gün ağarmadan yola çık
sislenmeden bütün dağ taş
Dönüp dönüp bakma artık
bir ozan gibi ayrılığa düş

Dehşetli bir acıdır belki
uçurum, orman ve rüzgar
ve ağzında kuş tüyleri
taşıyarak geçen bulutlar

Neyi bırakmışsan geride
bir kül yığınıdır şimdiden
ömrün gibi savrulup gider işte

Ama ıslığını unutma sakın
bir türküdür yine de
yolcuya en çok yakışan

II

Dağın eteklerine vardığında
şöyle bir dur ve soluklan
sonra meşeliklerin orada
sırtüstü uzan gün batarken

Dinle bir an ormanı ve suyu
başlayacaktır az sonra
doğanın yabanıl konçertosu
hışırtılar içinde kalacak ova

Kayıp giderken bulutlar
usulca sokulacak yüreğinin
gizli geçitlerine bir rüzgar

Buğulu türküler duyacaksın
ve aşk çılgınlıklar bekleyecektir
yolları uçurumla kesilenlerden

III

Dizginlerinden boşanmış bir at
gibi soluk soluğayken doğa
soluğun yetiyorsa yaylanıp tut
yelesini ve katıl rüzgara

Unutma ki yalnız değilsin
yüreklendiriyor seni aşk
ve birdenbire boşanan
bu çılgın sağanak

Aşk ile sağanak
hep aynı kokuyu taşıyacak
hangi kentte bir koklasan

Yolculuklar özetleyecek ömrünü
Gülüşü ve hüznü sürükleyen büyü
elinde bir gül olacak sevdiğinin

 

Ahmet Telli

 

 

 

GÜZEL SÖZLER

 

 

"Çok yaşayan bilmez çok gezen bilir

Yatan aslandan gezen tilki yeğdir. "
Kazakistan Atasözü

 

 

 

"Bir defa görmek, bin defa duymaktan daha kıymetlidir."
Çin atasözü

 

 

 

"Damladan vazgeç Okyanus ol."

Mevlana

 

 

 

“Bir adam köprü kurar, bin adam geçer.”

Özbek atasözü

 

 

 

“Tek başına olan bugün yola çıkabilir; ama bir başkasıyla seyahat edecek olan diğeri

hazır olana kadar beklemek zorundadır ve ikisinin de hazır olması çok uzun zaman alabilir.”

Henry David Thoreau

 

 

 

 

NASIL YAŞAMALI?

 

Nasıl yaşamalı? Zevk için, zevk içinde, zevkle, zevkli yaşamalı. Zevk deyince, şehvet peşinde koşmak, sefahat veya aldırmazlıkla, duyarsızlıkla sefa sürmek akla gelebilir. Veya zevk, en leziz yemekleri yiyip yiyip yeniden yemek için kusmak gibi aşırılıklarla ilişkilendirilebilir. Buna karşılık, acı deyince aklımıza hemen işkencenin en ıstıraplısı gelmese de, onu da fiziksel ve zihinsel diye ikiye böleriz.

Oysa zevk de acı da beyinde yaşanır. Duyu organlarının maruz kaldığı acıyla, sevilenin yitiminde zihinde çöreklenen acı elbette ayrı tutulabilir ama tensel acının tinsel acıya, tinsel acının tensel acıya dönüşmesinin çok örneği var. Aynı şekilde tensel zevk tinsel zevki, tinsel zevk tensel zevki hazırlar.

Acıdan kaçar zevke yöneliriz. Epikür 2 bin 300 küsur yıl önce bu argümanı, felsefesinin temeli yapmıştı. "Zevk, sevinçli bir yaşamın ta kendisidir" diyordu, "her seçimin, her kaçınmanın başlangıcıdır, her iyi ona göre ölçülür". O zamanlar saz âşıklarının yanında bir de bilgelik (sophia) âşıkları (philia), yani filozoflar vardı. Epikür de bunlardan biriydi.

Atinalıların asker verme, garnizonluk yapma karşılığında yerleşim hakkı tanıdığı ailelerden birinin çocuğu olarak Sisam'da İÖ'de doğdu. Epikür kargaşa dolu bir çağın tanığı oldu. Büyük İskender Mısır'ı, Pers topraklarını, Yunanistan'ı zaptetmiş, Atina kent devletini (polis) buyruğu altına almış, Yunan kültürünü Afganistan'a dek duyurmuştu. Polis terk edilmekte, yerine cosmopolis, dünya yurttaşlığı doğmaktaydı. Bilmeye ve varlığa dair geleneksel sorular, yerlerini, iyi bir yaşam nedir ve buna nasıl erişilir sorularına bırakmıştı.

Epikür böyle bir çağda, Platoncu filozof kral veya Aristo gibi kral filozofu olmak yerine evinin bahçesini insanlara açtı. Bahçede toplandılar, sohbet edip tartıştılar. "Bahçe filozofları" diye ünlendiler. Komünal bir örgütlenme kurmadılar, tezlerini benimsemeyenleri dışlamadılar, köle özgür, kadın erkek ayrımı yapmadılar. Aralarında hetiara Leontion da vardı (hetira, Antik Yunan'da entelektüel konsomatris demek). Ünlü kadın filozoflardan Themista da, bahçe âşıklarından biriydi. Dönemin Yunan felsefe okulları otoriter tarikatlara dönüşürken bahçe filozoflarının tartışmaları Yunancanın konuşulduğu her yere yayıldı. Roma'nın bir Akdeniz imparatorluğu olmasıyla, Roma'da da kuvvetli bir yankı buldu.

Bununla birlikte köleci Yunanistan'da ve Roma'da köleyi özgürle, kadını erkekle eş tutmak, politikaya dudak bükmek, üstüne üstlük zevki ilkeleştirmek şimşekleri hep üzerilerine çekti. Epikür'ün yaşamı sürgünlerle geçti. Sisam'dan Değirmendere'ye, Sığacık'a oradan Midilli'ye, Lapseki'ye, Atina'ya taşındı durdu. Hep bekâr kaldı, hiç çocuğu olmadı. Zevk filozofu, idrar yolu acıları içinde İÖ 270'te dizanteriden öldü.

Arkadaşlık

Peki zevk, erdemle çatışmaz mı? Zevk "bencilik", erdem "elcilik" değil midir? Ceza ve ödül zıtlığını düşünün. Cezalandırılmayayım diye ihanet edene veya ödül peşinde koşarken elindekini esirgeyip paylaşmayana erdemsizlik yükleriz. Fedakârlık, bağımsızlık erdem çıkarcılık, bağımlılık erdemsizlik değil midir? Öyleyse, kendine yeterlik ile arkadaşlık zıtlaşmaz mı?

Epikür, "Mutluluğu bütün yaşam boyunca güvenceleyecek, bilgeliğin sahip olduğu en önemli araç arkadaşlıktır. Arkadaşlık, mutluluğu tanıyalım diye bizi harekete geçirmek için etrafımızda dans ediyor" diyordu. Epikür'ün bu paradokslara verdiği yanıt, zevki yorumlayışına bağlıdır.

Ona göre "zevkten yoksun olduğumuzda zevki ararız ama acı duymuyorsak zevke de ihtiyaç duymayız". Uykusuzluk, açlık ve susuzluk doğal ve zorunlu ihtiyaçlardır örneğin susuzken suyu arzularız, giderince arzulamayız. Epikür'e göre işte bu doygunluğun kendisi de zevklidir. Acı yokluğu zevki, dertsizlik zevki, fiziksel ve zihinsel dinginlik (ataraxia). Peşinden koşulacak zevk budur. Dolayısıyladır ki zevk, esenlikli bir yaşamın hem başlangıcı hem de amacıdır.

Zevk, arzunun tatmininden oluşur acı, arzunun hüsranından. "Bırakın" diyor, "zorunlu olmayan öyle kalsın zorunlu olmayanı ihtiyaç haline getirmeyin". Kendine yeterliğin ve özgürlüğün koşulu budur ona göre. Güç, servet, ün ve benzeri arzular ise beyhudedir çünkü bunların bir ölçüsü yoktur, dolayısıyla tatmin edilemezler. Ne doğal ne zorunludurlar sürekli daha fazlasını arzulatır dolayısıyla sürekli acı yaratırlar.

Öyleyse arkadaşlıkla zevk nasıl bağlantılanabilir? Öncelikle, Epikür'e göre arkadaşlık yarar ve yardıma dayalıdır. Arkadaşa yararlı olmalı, arkadaş yararlı olmalıdır. "Yalnızlık, yalıtılmışlık, teklik toplumun boş inançlarıdır" diyor Epikür. Bir yanda yukarıdaki anlamda kendine yeterlik, özgürlük arkadaşlığın koşuludur ama aynı zamanda kişi "ancak arkadaşlıkta kendine yeterliğe ulaşılabilir". Böyle bir arkadaşlığın zevkini canlandırmak için işe yarar görünen Japonca bir sözcük var: "Amae."

Amae

Japon psikanalist Takeo Doi, Japoncadaki amae sözcüğünün, bebeğin her canı isteyişinde annesinin memesine sarılmak, müsamahakârca kucaklanmak ve anneyle bir olmak isteyişine göndermede bulunduğunu söylüyor. Ona göre bu duygu, mahcubiyet, sıkılma, utanç duymaksızın, kendini başka bir insana bırakabilme, keyfince ona yakınlaşabilme, sırf siz olduğunuz için kabul görme anlamında yetişkinlikte de sürüyor. Doi'nin anlattığına göre, sözcüğün kökeni, amaeru fiili sevilmeyi ummak anlamına geliyor. Sevgilinin "başını göğsüme yasla" deyişindeki gibi veya misafirliğe gittiğinizde, sizden hiçbir şey beklemeden her türlü ağırlamayı yapan Anadolu konukseverliğindeki gibi kişinin rahatlamasına, gevşemesine hatta şımarmasına izin veren duygusal güvence beklentisini anlatıyor. Türkçede de Batı dillerinde de benzer bir sözcük yok ama Doi, Kore ve Ainu dillerinde eşdeğerinin bulunduğunu söylüyor.

Ayrılıkta birlik sevinçtir. Böyle bir candanlık, aile içerisinde veya aynı değer yargılarını paylaşan grup içerisinde görülse de, Epikür'ün beklediği tek şey sözünde durmak. Güven arkadaşlığın özündedir kişi gerektiğinde ölümü göze almalıdır. Ama bu, kendini başkasında bağlamak, başkasının iradesine tabi kılmak, kendini nesneleştirmektir. Risklidir, ihanete uğranabilir, suistimal edilebilir, ki Epikür'e göre acıların en büyüğü budur. Birlikte ayrılık acıdır. İşte bu acının giderilmesi, güvenin sürekli tazelenmesi zevklidir. Böylece erdem zevkin, zevk erdemin kurucusu olur. "Ancak arkadaşlıkta kendine yeterliğe ulaşılabilir çünkü sadece arkadaşlıkta, acının, yaşamın zevkine karşı olduğu argümanı yalanlanır."

Epikür'ü anlamak için kısaca Aristo'nun arkadaşlık görüşüne göz atmak ilginç olabilir. Aristo'ya göre de arkadaşlık en büyük mutluluktur. Ama kişi, kendinden yola çıkarak sever başkasını. Başkasını sevmek Aristo'ya göre, kendini başkasında sevmektir. Nasıl lir ustası ustalığını çalarak sergilerse, bir erdem olarak cömertlik cömert davranışı gerektirirse, akılla oluşturulan erdem de dışavurulmak zorundadır. Ustayı ancak usta olanın layıkıyla anlayabilmesi gibi, bilge de kendi benzerini arar. Arkadaşın, kendine yeterli, özgür bireye yararı budur. Dolayısıyla, kendini sevmenin ne kadar başkasını sevme olacağı, benzerlik derecesiyle ilişkilidir.

İkisi de yüceltir arkadaşlığı ama Aristo'da arkadaşlık, erdemin hayata geçirilmesidir. Epikür'de ise erdem de zevk de arkadaşlıkla doğar. Aristo kadınla erkeğin arkadaşlığına inanmaz Epikür savunur.

Dünyada çok az arkadaşlık var, öyleyse çok az zevk var.

http://www.kesfetmekicinbak.com/atlasdan/bumerang/00398/

 

 

Bir Hikaye: Gezgin Şehmuz ile Fakir Padişah

 

Gezgin Şehmuz geze geze yoklar, yoksulluklar ülkesine varmış. Gezdikçe, insanların nasıl bu kadar yoksul olduklarına şaşırıp kalmış. Giydikleri elbiseler eski, yamalı, yırtık pırtıkmış. Ayaklarında ise, birer tahta çarık, yalınayak dolaşanlar bile varmış. Köyler, kasabalar ve şehirlerdeki evler tek katlı, ahşap yapılarmış. Tarlalar, bağlar, bahçeler belirli yerlerde bulunuyor, fakat ülkenin genişliğine oranla az yer kaplıyormuş. Başkente gitmiş. Padişahın sarayının nerede olduğunu sormuş. İlerde, ağaçlar arasında demişler. Ağaçlığın kenarında atından inmiş.Ağaçların arasından yürümüş, sonunda yolu geniş bir düzlüğe çıkmış. Bakınmış ortada iki katlı ahşap bir evden başka bina görememiş. Ahşap binanın çevresinde beş altı kişi, ellerinde kazmalarla toprağı kazıyorlar, ekim - dikim işiyle uğraşıyorlarmış. Yanlarına yaklaşmış:

“ Kusura kalmayın ağalar, sarayı burada diye tarif ettiler. Acaba yanlış mı geldim? “ diye sormuş.

“ Doğru gelmişsin, beyim!..Bizim padişahın sarayı işte burası. “ demiş köylülerden birisi ve eliyle iki katlı ahşap yapıyı işaret etmiş.

Gezgin Şehmuz, iliklerine kadar titrediğini hissetmiş. Koca bir ülkenin padişahı, nasıl olur da bu eski binada hüküm sürer?..Aklına, hayallerine sığdıramamış. Başı dönmüş, bakışları bulanmış, olduğu yere çöküvermiş. Az biraz dinlendikten sonra, başını elleri arasına almış, düşünceye dalmış. ‘ Vah bana, vahlar bana. Nasıl oldu da düşünemedim? Onca yoksulluk varken, bu yoksulluğu yöneten padişahın da yoksul olacağını, fakir padişah olacağını. Çok yerler gördüm, çok insanlar tanıdım. Demek ki, tecrübe de bazı durumlarda pek işe yaramazmış.Neyse, kalk bakalım, Şehmuz.Gidelim, görelim şu fakir padişahı, yoksulluğunun derecesini ölçelim. ‘ Etrafında toplananlara:

“ Yok bir şeyim.Yorgunluktan herhalde başım döndü. Padişahınızla görüşmek isterim.Gezgin Şehmuz geldi deyin kendisine.“ demiş.Oradakiler, sevinçle birbirlerine bakınmışlar.İçlerinden birisi dönmüş. Koşarak, padişaha haber vermeye gitmiş.

Gezgin Şehmuz, biraz sonra padişahın odasına girmiş. Orta yaşlı padişah, kendisini ayakta karşılamış, gülerek:

“ Hoş geldin!..Sefalar getirdin. Demek Gezgin Şehmuz sensin. Yıllardır hakkında anlatılanları can kulağıyla dinlerim.Gittiğin yerlere hareket, bereket getirirmişsin.Bilgine,sözüne,sohbetine doyulmazmış. Ben seni daha yaşlı zannederdim; pek gençmişsin. “

“ Hoş bulduk, padişah hazretleri. Hakkın ihsanları üzerinize olsun efendim. On beş yaşlarında ilk gezilerimize başladık, bir o kadarı da, yollarda geçti. Yıllar yollarda kaçar, yollarda yılları kovalar dururum. Gezerim, dolaşırım, sorarım, öğrenirim. Öğrendiklerimi, bilmeyenlere öğretirim. Bilgiyi bilen yerlerden, bilgiyi bilmeyen yerlere bilgi taşırım. Benim yaptığıma bir nevi bilgi hamallığı denebilir. “

“ Doğru dersin Şehmuz, öğretenin olmadığı yerde bilginin varlığı bilinmiyor, hiçbir şey de öğrenilemiyor. Neyse, yorgunsundur. Buyur, geç otur şöyle, rahatına bak..” diyerek padişah,
Şehmuz’a tahta bir sandalye uzatmış, kendisi de başka bir sandalyeye oturmuş.

“ Şehmuz, sanırım buraya gelene kadar ülkemin birçok kasabasını, köyünü görmüşsündür. Halkımın çok yoksul oluşu, şehirlerde tüccar bulunmayışı, toprakların büyük kısmının verimsiz oluşu mutlaka dikkatini çekmiştir. Yabancı ülke tüccarları gelmezler benim ülkeme. Mal getirseler kime satacaklar? Halkım kendi karnını doyuramazken elbise mi, ayakkabı mı
düşünecek. O boş gördüğün topraklarda çok denemeler yaptık, her türlü ürünü yetiştirmeyi denedik. Sonuç sıfır…”

“ Değerli padişahım. Arazilerinizin büyük kısmı killi toprak tabir edilen cinsten.Killi topraklar geçirimsiz topraklardır. Bu toprağa dikilen nebatların kökleri hava ile temas edemez. Yağan yağmur suları bitkinin köklerine ulaşamaz. Hava ve su olmayınca da bitkiler yaşayamaz. Ülkeniz topraklarının verimli olan küçük bir bölümü kumlu topraklardır. Kumlu topraklar, bazı sebze ve meyvelerin yetişmesine elverişlidir. Fakat, kum oranı biraz fazlacadır. Uygun yerlerde killi toprakları kumlu topraklarla karıştıralım. Bu karışım gübre ile desteklenirse humuslu toprak oluşur. Humuslu topraklar verimli topraklardır. Bol ürün elde edilir. Ayrıca suni göletler yapılırsa, buralarda balık nesli çoğaltılabilir. Ülke insanlarının et ve protein ihtiyacı karşılanabilir. Zamanla ihtiyaç fazlası ürünler ve balıklar komşu ülkelere satılıp para bile kazanılabilir. “

Gezgin Şehmuz’un anlattıklarını dikkatle dinleyen padişah:

“Aman be Şehmuz,yeter ki kendimizi doyuralım, para kazanması eksik kalsın.Duymadığımız, bilmediğimiz nice şeyler söylersin. Ağzından bal akar. Demek ziraat işlerinde böylesine metotlar geliştirilmiş. İki yarımın toplamı bir değil, dört edermiş, beş edermiş demek ki. Hiç vakit kaybetmeye gelmez. Şehirlerden, kasabalardan, köylerden temsilciler gelsin. Burada yapmaları gerekenleri öğrensinler. Öğrendiklerini gittikleri yerlerde öğretsinler. Şu andan itibaren ülkemde genel tarım seferberliğini başlatıyorum. “ demiş.

Ekim-dikim işlerinin başladığı günlerde, Gezgin Şehmuz’un gelişi, fakir ülke için büyük bir şans olmuş. Herkes, Gezgin Şehmuz’un anlattıklarını can kulağı ile dinlemiş. Bilenler, bilmeyenlere anlatmış. Günlerce, haftalarca arabalarla kumlu toprak taşınmış. Yumuşak bir toprak çeşidi olan killi toprakla karıştırılmış. Hazırlanan tarlalar sürülmüş, gübrelenmiş, tohumlar atılmış. Su kanalları açılmış. Tarlalar sulanmış. Sonbahar yağmurları toprağın sulanma işine kesin çözüm getirmiş. Ekim-dikim işleri bittikten sonra uygun yerlerde suni göletler hazırlanmış. Buralarda balık yetiştirilmeye başlanmış. Aradan zaman geçmiş. Ülkenin birçok yerinde başaklar boy atmaya, sebzeler olgunlaşmaya başlamış. Herkes, sevinç içindeymiş. Sebzeler ve meyveler toplanmış. Ambarlar ürünle dolmuş. Büyük ve küçükbaş hayvanlar çayırlarda, çimenlerde otlamışlar. Eskiden, zayıflıktan kemikleri sayılacak halde olan hayvanlar gelişmişler, semizleşmişler.

Ertesi yıl, tarım yapılan topraklar daha da genişletilmiş. Tarlalara yeni tarlalar katılmış. Kendilerine yetecek kadar yiyecek yiyen fakir ülkenin insanları daha bir hırsla, azimle işlerine sarılmışlar. Çok çalışmışlar. Hasat mevsiminden sonra ürün fazlasını elbise, ayakkabı, kumaş, ev eşyası gibi acil ihtiyaçlar karşılığında komşu ülkelerle takas etmişler. Önceleri bu ülkenin adını bile anmayan yabancı tüccarlar gelir, gider olmuşlar. Ticaret gelişmeye başlamış.

Daha ertesi yıl ürün bol olmuş. Elbise, ayakkabı gibi ihtiyaçlarını karşılayan halk, ürünlerini parayla satmışlar. Eski ahşap evler yıkılıp, yerine taştan, tuğladan, sağlam, iki üç katlı evler yaptırmaya başlamışlar. Padişah ise, iki katlı ahşap sarayının tam karşısına büyük bir saray yaptırmış. Bu saraya taşınmış. Eski saray Gezgin Şehmuz’un ricası üzerine yıktırılmamış. Kapısına büyükçe bir levha asılmış. Levhaya Gezgin Şehmuz’un şu sözleri yazılmış.

“ Yok vardır. Var yoktadır. Önemli olan, yoktan varı ayırıp çekip almaktır. Yok bir tanedir. Bir yok, iki yok olmaz. Var yoktan ayrılırsa çoğalır: İki olur, üç olur, beş olur…Yok varın gelişmesini önler, hapseder. Var yokun yokluğunda var olur, varlık olur. “

Gezgin Şehmuz, üç yıldır bu ülkede olduğunu, ülkede yaşayan insanlara biraz olsun yardımcı olabildiyse kendisini bahtiyar ve mutlu hissedeceğini; öğrenme, inceleme, araştırma ile çıkar gözetmeksizin çok çalışmanın toplumları kalkındıracağını söyleyerek, padişahtan gitmek için izin istemiş. Padişah ve halk, her şeylerini borçlu oldukları, yoksulluğu yok eden bu değerli adamın kalması için fazla ısrar etmemişler. Biliyorlardı ki , O, bir gezgindir. Yardıma, öğrenmeye ihtiyaçları olan başkaları da bulunabilir. Gezgin Şehmuz padişah ile vedalaşıp saraydan ayrıldıktan sonra, padişah gözyaşlarını tutamamış. Evet…Bir padişah ağlıyormuş.


Yazan: Serdar Yıldırım

http://www.duslersokagi.com/hikayeler/12590-gezgin-sehmuz-ile-fakir-padisah.html

 

 

 © COPYRIGHT 2008, ALL RIGHTS RESERVED